23 Eylül 2019 Pazartesi

Ahlak Dersi - Mustafa Kutlu

Taleb şan değildir. Razı ol, şan da senin, nam da senin. Varlığını bilinmezlik toprağına göm. Gömülmeyen şey nabit olmaz. Dünya sûretlerinin bulaştığı ayna nasıl parlar? Huzura girmeden önce tevbe sularında yıkan.
Kader teneffüs ettiğin her nefeste seninle.
Eşyadan eşyaya seyahat edip durma. Kendine uzaktan bakmayı öğren. Bir dolap beygirine benziyorsun. Öyle ahmak, öyle hüzün verici.
Hicret ve niyetin kimin için? Bir gece yarısı uyandığında yatağından kalk, şöyle yıldızlara bir bak. Düşün!.. Madem ki içinde bulunduğun yer, konuştuğun kimse sana feyz vermiyor; terke mâni olan ne?
Ölüme ağlama. Kalbe bak. Hata ve isyan ile pişman, ibadet ve taat ile neşveli değilsen zaten ölüsün.
Nefsin karanlık orduları fevç fevç akıyorlar. Zaman ve mekânı dolduran et kokusu. Metin ol, vaat edilen bir şeyin vukubulmaması seni şüpheye sevketmesin. Basiretine güven.
Dünya nimeti için zaaf haline düşersin. Ona doğru koşma şükür ipi elinde ya. Her meseleye cevap veren, her gördüğünü kucaklayan, her bildiğini anlatan kimse mi gördün; derhal ondan uzaklaş.
Marifetin mukabili inkâr, ilmin mukabili cehalettir.
Melâl içindesin. Yoksul olduğunu düşünüyorsun. Ne ki senden alınmıştır, o senin hayrınadır. İçindeki yoksulluğu hissediyor musun? İşte senin için en hayırlı vakit. Unutma, ihtiyaç mütemadîdir.
Sözde hikmet çoktur. Birincisi, kimden geliyorsa onun kalbinin kisvesini taşır. Ne ki nefsine ağır geliyor, onu yap. Kaldırdığın ağırlık miktarınca sana ferah erecektir. Kederle dolusun. Merak ve endişe içindesin. Demek ki hakîkati göremiyorsun. Karamsarlığın kaynağı ışıktan uzak durmaktır. Gayret atına bin, himmet dile ve ümîd et. Bidayeti parlak olanın nihayeti de parlaktır.
Gönül eri garîb olmaz.


(Ataullah İskenderî-Öl.1309-nin
Hikem-i Ataiye'sinden ilham ile)









Kaynak: Mustafa Kutlu, yoksulluk içimizde, 2006(7. baskı), İstanbul, dergah yay. S. 17-18

5 Eylül 2019 Perşembe

İsyan Ahlakı ve Uzun Hikaye

Uzun Hikâye’nin galasına davetliydim, fakat davetiyede koyu renk takım elbise mecburiyetine dair kaydı görünce canım sıkıldı.
 Takım elbise giyince ister istemez kravat da takacak, iki dirhem bir çekirdek çıkacaksınız sokağa. Üstelik akşam trafiğinde Üsküdar’dan Haliç Kültür Merkezi’ne gitmek kolay değil; arabanızla çıksanız bir dert, toplu ulaşım vasıtalarını kullansanız başka bir dert... “En iyisi,” dedim kendi kendime, “nasıl olsa iki gün sonra vizyona giriyor; rahat bir kıyafetle giderim sinemaya, koltuğa gömülüp filmi tadını çıkara çıkara seyrederim!” Öyle de yaptım, Osman Sınav’ın filmini dün bir sinema salonunda rahat rahat ve tabii gözlerim yaşararak seyrettim.
    Uzun Hikâye’yi çıkar çıkmaz okuyanlardan biri de benim; Mustafa Kutlu’nun uzun yazarlık hayatında kazandığı zengin tecrübenin süzülmüş hali bu hikâyededir diyebilirim. Kutlu Bey, kendi hayatından da derin izler taşıyan Uzun Hikâye’de, yakın çevresinde yer aldığı merhum Nurettin Topçu’nun anladığı manada bir sosyalizmi, daha doğrusu sosyal adalet anlayışını ve “İsyan Ahlâkı”nı “Sosyalist” lâkaplı Bulgaryalı Ali’de tecessüm ettirmiştir. Bana sorarsanız, Topçu’nun “isyan ahlâkı” anlaşılmadan Uzun Hikâye’nin kahramanı Bulgaryalı Sosyalist Ali’nin macerası tam olarak anlaşılamaz.
    Nurettin Topçu’nun Sorbonne Üniver-sitesi’nde verdiği doktora tezinin konusu olan isyan, dayatılan şartlara iradenin boyun eğmeyip başkaldırması manasında bir çeşit aksiyondur (hareket). İnsanın ferdiyetini ortadan kaldıran her şeyin iradeyi esirleştirdiğini düşünen Topçu, isyanı anarşizm mânâsında kullanmaz ve ferdiyeti trajik bir açmazla karşı karşıya bırakmaz; iradenin kendisini körü körüne itaate zorlayan ve esarete sürükleyen şartlara karşı sonuna kadar tek başına mücadele etmesi de zordur; bu sebeple irade, aileden ilahi iradeye iştirake kadar çevre çevre genişleyen, fakat ferdiyeti yok etmeyen bir otoriteye ihtiyaç duyar. Stirner’in anarşizmini de, Rousseau’nun toplum kaynaklı her şeyi inkâr eden hasta ferdiyetçiliğini de reddeden Topçu, kendi anladığı manada isyan ahlâkını tasavvufta bulacaktır.
    Bir çeşit halk kahramanı olan Bulgaryalı Ali, Bulgaristan’daki komünist rejimden kaçıp Türkiye’ye sığınmış Pelvan Sülüman’ın torunudur. Hayata tek başına tutunan, zorluklarla tek başına mücadele etmeye alışmış, yani erkenden “ferdiyet”ini idrak etmiş “irade” sahibi, bu sebeple haksızlıklara tahammül edemeyen, tek başına bile olsa “adalet”in gerçekleşmesi için mücadele etmeye kararlı, okuyamamış, fakat bir kitapçının yanında çalışırken kitaplarla tanışarak kalemi, kâğıdı, yazıyı tanımış; dedesi Pelvan Süleyman gibi güçlü kuvvetli birisi olmakla beraber kaba kuvvete başvurmaktan hoşlanmayan, kolay dostluk kuran ve tek başına üstesinden gelemeyeceği zorluklara karşı çevresinin desteğini almayı başaran sempatik bir adamdır.
    Bulgaryalı Sosyalist Ali, çaresiz kaldığı, bütün yolların tıkandığını anladığı anda, teslim olmak yerine, mücadelesine devam edebilmek için “Hicret”i tercih eder. Çünkü hicret de bir aksiyondur.
    Çok okunmuş bir eser olan Uzun Hikâye’nin konusu Osman Sınav’ın filmi dolayısıyla gazete ve televizyonlarda defalarca anlatıldı. Bu sebeple konuyu özetlemeye gerek duymuyorum. Asıl söylemek istediğim şu: Uzun Hikâye, ancak yazarının içinden geldiği dünyayı yakından tanıyan, hisseden, Nurettin Topçu’yu okumuş ve anlamış bir yönetmen tarafından çekilebilirdi. O da Osman Sınav’dan başkası değildi.
    Edebiyatla da yakından ilgilenen ve yıllar önce Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur’unu sinema filmi yahut televizyon dizisi olarak çekmek için çalışıp didinen, fakat gerekli şartlar sağlanamadığı için bu projeden vazgeçmek zorunda kalan Osman Sınav’ın rüyalarından biri de Uzun Hikâye’yi sinemanın diliyle anlatmaktı. Sonunda bu rüyasını gerçekleştiren aziz dostumun, çoğu yönetmenin başaramadığı çok zor bir işi başardığını, hikâyeye neredeyse  birebir sadık kaldığını kaydetmek isterim. Elbette bu başarıda sinemayı da çok iyi bilen bir yazarın eserini sinemaya uyarlamış olmasının önemli payı var. Yine de edebiyatın diliyle sinemanın dili birbirinden çok farklıdır ve edebi metin görselleştirilirken bazı müdahalelerin yapılması kaçınılmazdır. Osman Sınav’ın bu türden müdahaleleri asgari seviyede tutmak için özel bir gayret gösterdiği anlaşılıyor.
    Sonuçta seyrederken zaman zaman gülümsediğiniz, çok zaman gözlerinizi yaşartan, renkli, canlı, şiir gibi, masal gibi bir film ortaya çıkmış. İçinden geldiğimiz dünyaya ait değerlerin ve güzelliklerinin vurgulandığı ve bunların bir zamanlar adına devlet denen, her sosyal adalet talebini komünistlik, her dini tezahürü irtica olarak gören mekanizmayı temsil edenler ve onlarla çıkar işbirliğine girenlerce nasıl tahrip edildiğini küçük küçük değinmelerle hatırlatan Uzun Hikâye, satır aralarında Yeşilçam sinemasına da selam gönderen bir “iyi niyet” filmidir. Her biri bir büyük usta olan oyuncuların katkılarını kaydetmezsem haksızlık etmiş olurum. Vurdulu kırdılı film ve dizilerde seyretmeye alıştığımız Kenan İmirzalıoğlu’nun bu filmdeki inanılmaz oyunculuğuna gelince, doğrusu benim için büyük bir sürpriz oldu.

Ötesini söylemeyeceğim, Ibrahim Tenekeci

Selam, selamet demektir. Gecenin bir yarısında, sokakta yürürken, tanımadığınız bir insanın size selam vermesi yahut selamınızı alması, güvende olduğunuzun işaretidir. Hemen rahatlar, kendinizi emniyette hissedersiniz.
Gece için bu böyledir. Fakat gündelik hayatta, iş ortamlarında vs, selamı veren de, alan da, ilginçtir, birbirine itimat etmiyor, edemiyor. Galiba ortak bir 'güven bunalımı' yaşıyoruz.
İki insan karşılıklı olarak konuşabilir, dertleşebilir, iş yapabilir, kavga edebilir; fakat namaz kılamaz. Namazın kılınması için, birinin diğerine sırtını dönmesi icap eder. Böyle bir şeyin birinci şartı ise itimattır.
Tekrar ve tekrar hatırlatalım: İtimat, itikattan önce gelir. Sıralama, güvenmek ve inanmak şeklindedir.
Benden mi kaynaklanıyor, bilmiyorum. Bildiğim, son yıllarda, itimat ettiğim insan sayısında ciddi bir azalma olduğudur. Oysa 'mümin güven yurdudur' ve her mümine itimat etmemiz gerekir. Fakat edemiyoruz.
İtimat etmediğimiz veya ettiğimize pişman olduğumuz bir kimseye saygı da duyamayız. Tersi de doğrudur: İnsan, saygı duymadığına itimat da edemez.
Mehmet Kaplan, 'Saygı, insanlar arasında maddi ve manevi bir uzaklığı gerektirir' diyor. Kaplan'a göre, iç içe yaşayan insanlardan, özellikle şehirlilerden, saygı adına pek bir şey beklenemez.
Doğru söze ne denir? İlla bir şey diyeceksek, şunu söyleyelim: Mütedeyyin camiada her şey iç içe girince, saygı da sessiz sedasız ortalıktan çekildi.
Görünen o ki, bu yakınlıktan yahut karmaşadan, itimat bahsi de fazlasıyla payını aldı.
Dünyevî konularda birbirimize o kadar yaklaştık ki, karşılıklı olarak, kusurlarımızı, zaaflarımızı, hırslarımızı falan görmeye başladık. Gördükçe de, en yakın arkadaşlarımıza bile itimat edemez hale geldik.
Bu arada, safları sıklaştırmak uyarısının konumuzla bir ilgisinin olmadığını da belirtelim. Çünkü burada, omuz vermekten değil, omuz atmaktan bahsediyoruz.
Bu, meselenin yalnızca bir yönü. Bir de şu var: Özellikle son yıllarda, herkes kendisine dikkat kesilmiş görünüyor. Sosyal medyaya, siyaset sahnesine yahut edebiyat dünyasına biraz dikkatli bakarsak, gidişatı rahatlıkla görebiliriz.
Önceliği kendimize verirsek eğer, diğer insanlar pek umrumuzda olmaz. Böylece, itimat telkin etmeyen biri olup çıkarız.
Konuyu açmak adına başka örnekler de verebiliriz. Vermeyelim.
Sonuç olarak; itimat ve saygı duvarı yıkılınca, insana mahsus birçok incelik de o duvarın altında kalıyor.
Bana kalırsa, bu inceliklerden biri, hatta birincisi, itimatla neredeyse aynı anlama gelen emanet bahsidir. Emanet dairesi, canımızdan başlar ve tabiatın son dalına kadar devam eder. Özetle; hepimiz, hak ve hukukumuzla beraber, birbirimize emanetiz.
Peki, bize emanet edilen sözleri, mahrem şeyleri, dahası kardeşlerimizi ve onların haklarını, doğru ve dürüst bir şekilde koruyabiliyor muyuz?
Bir soru daha: Neden kimse kimseyle dertleşemiyor?
Peygamber Efendimiz, 'emaneti, sana güvenen kimseye teslim et' buyurmuşlardır.
Farkındaysanız, bir anda işin rengi değişti. Şimdi biraz düşünelim: Çevremizde, tam manasıyla bize itimat eden, edebilecek olan kaç insan var? Bu duyguyu yahut teminatı onlara verebilmiş miyiz? Belki de veremediğimiz için, emaneti, yani sözümüzü, derdimizi, mahremimizi, hatta yetkimizi teslim edecek birilerini bulmakta zorlanıyoruz. Özetin özeti: Esas sorun, başkalarından değil, bizden kaynaklanıyor.
Toparlayalım: Asıl mesele, itimat edecek bir insan bulmaktan ziyade, itimat edilecek bir insan olmaya çalışmaktır.
Kısaca, budur.

Oruç Özgürlüktür

İşte Begoviç’in “Ramazanı aracı kılarak kendimizle ilgili genel bir muhasebe yapmak, gündelik hayatımızın resmettiği tablo üzerinden bazı tesbitleri sizlerle paylaşmak” niyetiyle kaleme aldığı satırla
r:

1- Kapitalizmin küresel çapta da, aile ölçeğinde de, bireysel alanda da bariz olarak hüküm sürdüğü bu zamanda, hassasiyet sahibi Müslümanların yüzleştiği en büyük mesele ‘sekülerleşme’dir. Haram-helal denkleminin yerine, en kârlı olanın meşru sayıldığı, kaynağı ve usulü sorgulanmaksızın elde edilen her türlü kazancın mubah görüldüğü, erdemin, tevazuun sözde kaldığı, değerleri ‘piyasa’nın belirlediği hayat, seküler hayattır. Seküler hayat, eş zamanlı olarak seküler bir ahlak, seküler bir siyaset, seküler bir din tasavvurunu da beraberinde getirmektedir. Öyle ki, ubudiyetin en kapsamlı şekilde yaşanması gereken Ramazanlar bile bu sekülerleşmeden nasibini almakta, kişi başına düşen tüketim miktarı had safhaya ulaşmaktadır. Sekülerleşme başkaca isimler ve biçimler altında her dönem varolmuştur, olacaktır. Ancak mesele, seküler hayat tarzının günümüzde hiç bir alternatif bırakmayacak derecede yaygınlaşması, Müslüman hayatının en mahrem alanlarına kadar sızması, buna mukabil asgari eleştiri ve tashih anlayışının yerini, her şeyin normal karşılandığı izafi, kaygan, belirsiz bir ortama bırakmasıdır.

2- Her sınıf, kendi ilmî, kültürel ortamını, bedii zevklerini oluşturur. Ancak seküler hayatların sağladığı dünyevi kazançlar, Müslüman topluluklarda başlangıçta zannedildiği gibi ‘hizmet’lere dönüşmemiş, tersine yine seküler hayatın kendisinin ivme kazanmasına yol açmıştır. Mesela son on beş-yirmi yıldır, siyasi, ekonomik, sosyal alanlarda kazanılan mevzilerin maddi refaha tahvil edilmesiyle kaba saba da olsa bir tür burjuva sınıfı doğmuş, ancak bu sınıf aracılığı ile ne ilmi, entellektüel anlamda her hangi bir terakki yaşanmış, ne de bu imkânlar, lisanın, edebiyatın, müziğin neşv-ü nema bulduğu gündelik yaşam tarzlarında bir zerafete, bir inceliğe dönüşmüştür. Çünkü daha lüks hayatlar, pahalı eşyalar, yüksek makamlar, ‘kalbi selim’, ‘aklı selim’ ve ‘zevki selim’in garantisi olmadığı gibi, bizatihi dünyevi gücün kendisinin bu ‘selimler’ olduğu yanılgısını beraberinde getirir.

3- Bir zamanlar topluluk olarak veya şahsen gördüğümüz yüce ‘hayaller’, ‘rüyalar’ bugün yerini ‘projelere’ bırakmıştır. Oysa, müslüman topluluğun kıymeti, projelerinin büyüklüğü, sayılarının çokluğu, maddi gücünün bolluğu, siyasi bağlantılarının stratejik oluşu gibi niceliksel değerlerden çok, adalet, istikamet, sahih itikad gibi niteliksel değerlere sahip olmasıyla alakalıdır. Müslüman topluluğun caydırıcı gücü, yeryüzünün herhangi bir yerinde işlenecek herhangi bir kötülüğün, bu topluluğun hesaba katılarak işleniyor olmasında yatar. ‘Bu kötülük işlendiğinde kendilerinin ne diyeceği ve nasıl bir tavır takınacağından çekinilen topluluklar’dır hayır sahipleri. (…)

4- Seküler hayatın dili medyadır. Müslümanlığın taşıdığı kodların bu dil aracılığı ile dile getirilip getirilemeyeceği henüz tartışılmamıştır. Şu halde, radyolarda, televizyon kanallarında ve gazete köşelerinde Ramazanlar’da nisbî olarak artan ‘dini’ içerikli yayınlar, iftar ve Ramazan programları, sohbetler, magazinle karışık muhabbetler medyatik ortamın ramazanlaşmasından çok, Ramazan’ın medyatikleşmesiyle ilgilidir. (…)

5- Bu ve benzeri tesbitlerin yapılması, Müslümanlığa ve onun barındırdığı imkânlara halel getirmez. Her şeye rağmen Ramazan bütün rahmetiyle, bereketiyle ve coşkusuyla gelmiştir. Samimiyetle tutulan ve kabul edilen tek bir oruç, açılan bir iftar, yapılan bir dua, sadece Müslümanları değil, belki bütün insanlığı Rahim-i Zülcelâl nezdinde temsil edebilir, onlara şefaatçi olabilir. (Özgürlüğe Kaçışım-Zindandan Notlar, Klasik Yayınları, İstanbul 2005)

Offret / Kurban, Andrey Tarkovsky, 1986

    ''Ulu Tanrım, Göklerdeki Ulu Tanrım, adın mübarek olsun.İnayetin üzerimize olsun.Yalnız senin dediğin olur.Rızkımızı sen verirsin.Bizi kötülüklerden korursun. Cennet senindir. Güç, zafer senindir.Amin. Tanrım, bu korkunç zamanda bizi esirge.Çocuklarımın ölmesine izin verme.Dostlarımı, karımı, Victor’u, seni sevenleri ve sana inananları, kör oldukları için sana inanmayanları da esirge. Seni bir an bile düşünmeyenleri de. Çünkü onlar acının ne olduğunu hiçbir zaman bilmediler. Bu saatte, bütün umutlarını, bütün hayatlarını, bütün geleceklerini kaybettiler. Sana teslim olma fırsatını kaçırdılar.Yürekleri korkuyla dolu olanlar, sonlarının yaklaştığını hissedenler, kendileri için değil, sevdikleri için korkanlar, onları senden, yalnızca senden başka hiçkimse koruyamaz. Çünkü bu en son savaş.Savaşların en korkuncu. Bu savaştan geriye ne yenen ne de yenilen kalacak.Şehirler, kasabalar, ağaçlar, otlar, kuyulardaki sular, göklerdeki kuşlar yok olacak. Sahip olduğum her şeyi sana vereceğim. Çok sevdiğim ailemi vereceğim. Evimi yıkacağım. Küçük Adam’dan vazgeçeceğim. Dilsiz olacağım. Bir daha kimseyle konuşmayacağım. Beni hayata bağlayan her şeyden vazgeçmeye razıyım. Yeter ki sen, her şeyi eskisi gibi yap. Bu sabah ve dün nasılsa öyle yap. Beni hasta eden bu ölümcül hayvani duygudan kurtulmama yardım et. Evet, her şeyim senindir! Tanrım! Bana yardım et! Söz verdiğim her şeyi yapacağım.''

Garaudy'nin akıntıya karşı yüzyıllık yalnız savaşı

Yılmaz bir hakikat eri, yorulmaz bir hakikat yolcusu Garaudy de Rabbine yürüdü, kutlu miracın arefesinde. Allah rahmet eylesin, mekânını cennet eylesin, bilge kişilerle birlikte haşreylesin. Amin.
* * *
Yüzyıl, fırtınalı ve kanlı bir yüzyıl oldu: İnsanlık tarihindeki en büyük savaşları ve yıkımları tek bir yüzyıla sığdırmayı başardı Batılılar!
Garaudy'nin 99 yıllık hayatı, yüzyılın entelektüel biyografisi gibiydi: İki büyük savaştan sonra yıkılan Avrupa'nın bütün başkentlerinde büyük bir karabasan havasının hükümranlığını ilân ettiği bir zaman diliminde, bütün medeniyetlerin, dinlerin, kültürlerin köküne kibrit suyu çakan kapitalist uygar Avrupa, insanlığın kökünü kazıma yolculuğundan sonra, gemi iyice azıya aldığı için bu kez kendisine yönelmişti: Kapitalizm, kapitalizmin boğazına çökmüştü; tarihte eşi görülmemiş bir vahşîlikle.
* * *
Kapitalizm, modern Batı uygarlığının hem doğum reçetesi, hem de ölüm fermanıydı!
Bu "yaratık", İtalyan şehir devletlerinde doğmuş; Paris'te, Londra'da, Amsterdam'da, Madrit'te, Lizbon'da, Berlin'de palazlanmış; insanlığa kan kusturması, insanlığın kökünü kazıma vahşeti yetmiyormuş gibi, sonunda, doğduğu kıtayı, Avrupa'yı cehenneme çevirecek bir cinayete imza atmaktan çekinmemişti.
Aydınlanma düşüncesinin bütün Avrupa çapında estirdiği epistemolojik iyimserlik havasının, nasıl da içinin boş olduğu, çok geçmeden ispatlanmıştı: 20. yüzyılın ilk çeyreği, bütün bir Avrupa genelinde ürpertici bir ontolojik kötümserliğin neşvünemâ bulmasıyla sonuçlandı. İnsanlık tarihinde, hiçbir medeniyet hem başka medeniyetlere, hem de kendisine karşı bu kadar aşağılayıcı bir saldırı gerçekleştirmemiş, kendinden korkar hâle gelmemişti.
Avrupa, bu anaforun ortasında, büyük düşünce ve sanat hareketlerine kaynaklık etmeyi başaracaktı yine de. Bir yandan ideolojiler çağı bütün hızıyla kök salarken ve yalnızca Avrupa'da değil, bütün dünyada sosyalizm umudu kolgezerken, öte yandan başka çalkalanmalara ve arayışlara da tanık olunuyordu. 19. yüzyılın ortalarında "üzerinde kara bulutlar dolaştığını" söylediği Avrupa'da kapitalizme karşı bir sosyalist devrim beklentisi içinde olan Marx'ın hayali, yarım asır sonra gerçeğe, bir yarım asır sonra ise hayalete dönüşecekti.
* * *
İşte bu yıkımlar ve yokoluşlar anaforunda, bir adam, Roger Garaudy, bu çalkantılara iliklerine kadar tanık olacak, yaşadığı bütün karabasanlara rağmen umut arayışını tek başına sürdürecek ve sonunda insanlığın yeni bir medeniyet destanı yazabilmesinin şifrelerini, bütün kıtalarda, bütün ideolojilerde ve bütün insanlık tecrübelerinde adım adım, nefes nefese dolaştıktan sonra İslâm'da bulacak ve bulduğu hakikatin izini sonuna kadar sürerek insanlığı insanlığın en yüksek, en müşterek buluşma noktasına, tevhîdî İbrahimî gökkubbenin altında toplanmaya çağıracaktı.
Batı uygarlığının, -kapitalizm ve sosyalizm formlarıyla- insanlığı yokoluşun eşiğine fırlatacak şekilde formatlamaktan başka bir şey yapamadığını, insanlığa ve hakikate kasteden bir yıkım makinası olduğunu ilan edecek ve insanlığın yeniden insanlık destanı yazabilmesinin yegâne yolunun İslâm'ın vaat ettiklerini idrak etmekten geçtiğini onca baskıya, sansüre, yıldırma ve susturma girişimlerine rağmen bütün insanlığa haykırmaktan çekinmeyecekti.
Üstelik de İslâm'ın terörle özdeşleştirildiği bir zaman diliminde sesini daha da yükseltecek, İslâm'ın çağrısının yeniden çağını kurabilmesi için, hiçbir kınayıcının kınamasına aldırış etmeden çıktığı hakikat yolculuğunu son nefesine kadar sürdürecekti.
* * *
Ortadoğu'da estirilen Siyonist terör havasının gerisinde Batılıların yattığını ve İslamofobi'nin her yerde Müslüman avına dönüşebileceğini, kökü kazınan Endülüs tecrübesinden, 20. yüzyılda tanık olduğu vahşîliklerden ötürü en iyi bilenlerden biri Garaudy'ydi. O yüzden İslamofobi'ye karşı bütün dünyayı hazırlıklı olmaya çağırıyordu.
Bu nedenle fikirleri, kitapları Avrupa'da yasaklanıyordu. Ama o hiçbir zaman pes etmiyor, hakikat uğruna yeldeğirmenlerine karşı son nefesine kadar tek başına mücadele ediyor, büyük bir bedel ödüyordu.
Zira Garaudy, çok iyi biliyordu ki, hakikat, ucuz değildi, kolay elde edilemezdi. Bedel isterdi: Fikir, oluş ve varoluş çilesi.
Çağımızın yeni Garaudy'lere şiddetle ihtiyaç duyduğunu hatırlatarak, Allah'tan rahmet diliyorum, yılmaz "hakikat savaşçısı" Garaudy'ye...
Ve son olarak, dünyabizim'i ve her şeyi Asım Gültekin kardeşimi Garaudy'nin vefatı dolayısıyla yaptığı gözdoldurucu yayıncılıktan ötürü kutluyorum.

3 Eylül 2019 Salı

Tarkovsky

''Doğu her zaman ebedi gerçeğe Batı’dan daha yakındı ama Batı uygarlıkları maddi hayat beklentileriyle Doğu’yu yutuverdi. Bunu anlamak için doğu müziğiyle Batı müziğini karşılaştırmak yeter de artar bile. Batı, ‘işte ben buyum!’ diye bağırıyor. ‘Ba­na bakın! Dinleyin, hem sevgiden hem acıdan nasıl da anlıyorum! Nasıl hem mutlu hem mutsuz olabiliyorum! Ben! Ben! Ben!’ Doğu ise kendisiyle ilgili tek bir kelime bile söylemez. Kendini, Tanrı’nın, doğanın, zamanın içinde yeniden bulur. Her şeyi kendi içinde keşfetmesini bilir. Doğu uygarlığının görüşleri bir sonuçtur, topraktaki tuzun tuzudur, gerçek bilgi ancak ondan fışkırır.''